MAVİ FENER
.....Vaktiyle bir asker varmış. Uzun yıllar krala canla başla hizmet etmiş. Savaş sona erip de asker, aldığı birçok yara yüzünden daha fazla hizmet edemeyecek duruma gelince, kral kendisine demiş ki: -Köyüne gidebilirsin, bundan sonra sana gereksinmem yok. Artık eline para geçmeyecek, çünkü bana karşılığında hizmet eden ücret alır. Bunun üzerine asker, şimdiden sonra nasıl yaşayacağını bilememiş. Tasalı tasalı çıkıp gitmiş. Akşamleyin bir ormana varıncaya kadar boyuna yürümüş. Ortalık kararınca bir ışık görmüş, yakınına gitmiş, bir eve gelmiş. İçeride bir cadı oturuyormuş. Asker ona: -bana geceleyin yatacak bir yer, bir parça yiyecek, içecek ver. Yoksa ölüyorum! Demiş. Kadın: -Yolunu şaşırmış bir askere kim ne verir ki? Ama ben merhametli davranacağım. İstediğimi yaparsan seni kabul edeceğim! Demiş. -Ne istiyorsun? -Yarın bahçemi kazacaksın! Asker razı olmuş. Ertesi gün olunca var gücüyle çalışmış. Fakat akşam olmadan işi bitirememiş. Cadı: -Görüyorum ki, demiş, bugün daha fazla yapamayacaksın. Bir gece daha seni alıkoyacağım. Buna karşılık yarın bana bir yük odun yarıp parçalayacaksın. Asker bütün günü bu işe harcamış; akşamleyin cadı ona bir gece daha kalmasını önermiş: -Yarın bana ufak bir iş göreceksin, evimin arkasında eski bir susuz kuyu var. İçine fenerim düştü. Mavi mavi yanıyor, sönmüyor. Bunu çıkarıp bana getireceksin! Demiş. Ertesi gün kocakarı onu kuyuya götürmüş, bir sepetin içinde aşağı sarkıtmış. Asker mavi feneri bulmuş, kendisini yine yukarı çekmesi için bir işaret vermiş. Kadında onu yukarı çekmiş ama, kuyunun ağzına yaklaşınca kocakarı elini uzatmış, mavi feneri almak istemiş. Asker onun kötü niyetini anlamış: -Hayır, demiş, iki ayağımla toprağa basmadıkça feneri sana vermem! Bunu üzerine cadı kızmış, onu yine kuyudan aşağı salmış çıkıp gitmiş. Zavallı asker, bir yanına zarar gelmeden ıslak dibe düşmüş. Mavi fener yanıp duruyormuş, fakat bunun ona ne yardımı olabilir ki? Ölümden kurtulamayacağına da aklı yatmış. Bir süre pek üzgün oturmuş. Bu sırada rasgele elini cebine sokmuş, henüz yarı dolu tütün çubuğunu bulmuş: -Son eğlencem bu olsun! Diye çubuğu çıkarmış, mavi fenerden yakmış, tüttürmeye başlamış. Duman kuyunun boşluğunu doldurunca, birdenbire karşısına minimini bir kara cüce dikilmiş: -Buyruğun nedir efendi? Diye sormuş. Asker pek şaşırmış bir durumda: -Buyruğum ne mi? Diye yanıt vermiş: cüce: -İstediğin her işi yapmak zorundayım! Demiş. Asker: -Pekâlâ, demiş, öyleyse önce kuyudan çıkmama yardım et. Cüce onu elinden tutmuş, bir yeraltı geçidinden geçirmiş. Fakat mavi feneri birlikte almayı unutmamış. Cüce yolda ona, cadının biriktirip oraya sakladığı hazineleri göstermiş. Asker taşıyabileceği kadar çok altın almış. Yukarı çıkınca cüceye demiş ki: -Şimdi git, yaşlı cadıyı bağla mahkemeye götür. Çok geçmeden cadı, yabanıl bir erkek kedinin üstünde korkunç çığlıklarla rüzgar gibi önünden geçip gitmiş. Yine çok geçmemiş, cüce geri dönmüş: -Her şey yapıldı. Cadı darağacında sallanıyor bile, demiş, başka ne buyuruyorsun! Demiş asker: -Şimdilik hiçbir şey! Eve gidebilirsin! Seni çağırdım mı hemen el altında olmalısın! Demiş. Cüce: -Çubuğunu mavi fenerle yakmaktan başka bir şeye gerek yok. O zan derhal karşındayım! Demiş. Sonra askerin gözünün önünden kaybolmuş. Asker geldiği kente dönmüş. En iyi hana gitmiş, güzel giysiler yaptırmış; sonra hancıya kendisi için mümkün olduğu kadar süslü, göz kamaştırıcı bir oda hazırlamasını buyurmuş. Oda hazır olup da asker içine yerleşince kara cüceyi çağırmış: -Krala canla başla hizmet ettim, fakat o beni savdı, aç bıraktı. Bunun için hıncımı almak istiyorum! Demiş. Cüce sormuş: -Ne yapayım? -Akşamın geç bir vaktinde, kral kızı yatağa uzanınca onu uyur uyur buraya getir, bana hizmetçilik etsin! -Bu benim için kolay, ama senin için tehlikeli bir şey eğer ortaya çıkarsa başına bir yıkım gelir! Demiş. Saat on ikiyi çalınca, kapı açılmış, cüce kral kızını taşıyarak içeri getirmiş. Asker: -Hah, burada mısın ? diye bağırmış, haydi iş başına! Git süpürgeyi getir, odayı süpür! Kız işini bitirince asker kızı koltuğunun yanına çağırmış, ayaklarını ona doğru uzatmış. -Çizmelerimi çek! Demiş. Sonra bunları yüzüne fırlatmış. Kız onları kaldırıp temizleyecek, parlatacakmış. Kız kendisine buyurulan işlerin hepsini hoşnutsuzluk göstermeden, bir şey demeden, yarı kapalı gözlerle yapmış. İlk horoz sesiyle cüce kızı yine kralın sarayına, yatağına götürmüş. Ertesi sabah kral kızı yataktan kalkınca babasına gitmiş, acayip bir düş gördüğünü anlatmış: -Caddelerden yıldırım hızıyla geçirildim, bir askerin odasına götürüldüm. Ona halayık olarak iş görmek, hizmet etmek, aşağılık işlerin hepsini yapmak, oda süpürmek, çizme temizlemek zorunda kaldım. Bu yalnızca bir düştü ama o kadar yorgunum ki sanki bütün bunları yapmış gibiyim. Kral -Bu düşün gerçek olması mümkün, demiş, sana bir şey salık vereyim: cebine bezelye doldur: küçük bir delik aç. Yine seni alıp götürürlerse bunlar dışarı dökülür, cadde üzerinde iz bırakır. Kral bunları söylerken cüce görünmeden orada bulunuyormuş, söylenenlerin hepsini dinlemiş. Geceleyin, uyanan kral kızı yine caddelerden geçirilirken cepten birkaç bezelye düğmüş. Fakat bunlar iz belli edememişler. Çünkü kurnaz cüce önceden bütün caddelere bezelye serpmişmiş. Kral kızı yine horozlar ötünceye kadar halayıklık etmiş. Ertesi sabah kral iz aramak üzere adamlarını dışarı yollamış; fakat emek boşa gitmiş. Çünkü bütün caddelerde yoksul çocuklar oturmuş, bezelye toplayıp: -Bu gece bezelye yağmuru yağmış! Diye söyleniyorlarmış. Kral: -Başka bir şey düşünüp bulmalıyız! Demiş, yatağa girerken pabucunu çıkarma, oradan dönmeden önce bunlardan birini sakla. Ben onu bulacağım! Kara cüce bu planı işitmiş. Akşamleyin asker, kral kızını yine getirmesini isteyince bundan vazgeçmesini öğütlemiş; bu hileye karşı bir çare bilmediğini, pabuç yanında bulunursa başının belaya gireceğini söylemiş. Asker: -Sana ne diyorsam onu yap! Diye yanıtlamış. Kral kızı üçüncü gecede bir halayık gibi iş görmek zorunda kalmış. Fakat geri dönmeden önce bir pabucu yatağın altına saklamış. Ertesi sabah kral bütün kent içinde kızının pabucunu aratmış. Pabuç askerin odasında bulunmuş. Cücenin ricası üzerine kentin kapısından dışarı çıkmış olan asker de derhal ele geçirilip zindana atılmış. Asker kaçarken en iyi şeyleri olan mavi fenerle altınlarını unutmuşmuş; cebinde bir tek duka altını varmış. Zincirlere vurulu olarak zindanının penceresi önünde dururken, arkadaşlarından birinin geçip gittiğini görmüş. Camı vurmuş. Adam gelince: -Handa bıraktığım çıkıncağızı, lütfen getir sana bir duka altını veririm demiş. Arkadaşı oraya koşmuş, istediğini getirmiş. Asker yine yalnız kalır kalmaz çubuğunu yakmış, kara cüceyi getirtmiş. Cüce, efendisine: -Korkma, demiş, seni nereye götürürlerse git, bırak ne olursa olsun; yalnızca mavi feneri yanına al! Ertesi gün askeri yargılamışlar, her ne kadar kötü bir şey yapmamışsa da yine yargıç onun asılmasına karar vermiş. Asker dışarı götürülürken, kraldan sonra bir iyilik rica etmiş. Kral: -Ne gibi? Diye sormuş. -Yolda bir çubuk daha içeyim. Kral yanıtlamış: -üç tane de içebilirsin ! fakat sana yaşamını bağışlayacağımı sanma! Bunun üzerine asker çubuğunu çıkarmış, mavi fenerden yakmış. Birkaç duman halkası yükselince cüce oraya dikilmiş. Elinde küçük bir sopa varmış: -Efendim ne buyuruyor? Demiş. -Alçak yargıçla polislerini pataklaya pataklaya yere ser. Bana bu kadar kötü davranan kralı da bunlardan ayırma!
Bunun üzerine cüce şimşek gibi oradan oraya zikzak yapa yapa harekete geçmiş. Sopasıyla birine dokunuverdi mi yere düşüyor, artık kımıldanacak durumu kalmıyormuş. Kral korkmuş, yere kapanıp yalvarmış. Yalnızca canını kurtarmak için de askere hem ülkesini hem de kızını vermiş.
MAYMUN PERİ
.....Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel ülkelerden birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:“-Hadi evlatlar, buyurun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş , vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında, gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş. Saraya gitmişler, Padişahçın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yiyip içip eğlenmişler. Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara
Vadideki Nine
.... Su akar gider denize kavuşur. Ay güneşi kovalar gece olur. Masal ülkesinde bir telaştır başlar: Padişah kızının bu geceki masalı hazır mıdır? Aynacık nerede? Hadi acele edin. Uyku krallığı bizden önce davranırsa gücümüzü yitiririz. Ve sevgili aynacık son anda nefes nefese bir masal ile gelir: Kusurumuza bakmayın prensesim. Ceylanları bir araya getirmek zaman aldı… Adı belki de hiç duyulmamış ülkenin birinde, bir delikanlı annesiyle beraber yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde, minicik evlerinde güzel günler ve güzel geceler geçirirlermiş. Sofralarından bereket, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmazmış. Babalarını çok çok eskiden, delikanlı henüz bir bebekken kaybetmişler. İşte o zaman anne-oğul yalnız kalmışlar. Üzülmüşler, ağlamışlar; fakat yapabilecekleri bir şey yokmuş. Küçük bir bahçeleri varmış minik evlerinin önünde. Onu ekip-dikerle, onun sayesinde karınlarını doyururlarmış. Ne az diye yakınırlarmış, ne de daha çok olsun diye aranırlarmış. Aradan yıllar geçmiş. Çocuk, fidan gibi boy atmış, delikanlı olmuş. Fakat yıllar annesinin gücünü azaltıyormuş gitgide. Artık eskisi gibi bahçeye gidip çalışamıyormuş. Saçlarına aklar düşmüş. Dizlerinde derman kalmamış. Delikanlı da zaten onun yorulmasını hiç istemiyormuş. Bahçenin ekimini tek başına yapmaya başlamış. Dağa da çıkıyormuş arada bir, odun kesmek için. Bu odunları eve getirir, soğuk günlerden onlarla ısınırlarmış. Artan odunları da şehirde satarlar üç-beş kuruş kazanırlarmış. Delikanlının annesi artık iyice yaşlanmış. Güzel mi güzel, şirin mi şirin bir nine olmuş. Tatlı dilli, hoşsohbet bir ninecik… Komşuları onu pek severlermiş. Üzülmesine hiç dayanamazlarmış. Delikanlı da istemezmiş tabiî annesinin üzülmesini. Ninecik yemek pişiremiyor, evi temizleyemiyormuş artık. Devamlı yalvarıyormuş: - Bir tek oğlum var. Onun mutlu olmasını isterim. Ne olur, onun gibi iyi bir gelin ver bana. Bu evin neşesi eksilmesin. Güzel ninecik böyle düşünmeye devam ederken birgün oğlunu yanı başına çağırmış. Düşüncesini söylemiş ona: ¾ Ey oğul, ben hiçbir iş yapamaz oldum. İhtiyaçlarımızı karşılayamayacak kadar yaşlandım. İsterim ki bir gelin gelsin, evimize çeki-düzen versin. Sen ne dersin oğul? Delikanlı annesinin söylediklerini bir gün düşünmüş, iki gün düşünmüş… Sonun da onun da bakıma ihtiyacı olduğuna karar vermiş. Sonra da; - Anneciğim sen nasıl istersen öyle olsun, demiş. Böylece iyi kalpli, tatlı dilli, güler yüzlü bir gelin adayı aramaya başlamışlar. Ninecik hanım hanımcık olsun istiyormuş. Çok geçmeden evin içinde üçüncü bir kişi gezinir olmuş bile. Delikanlıyı evlendirmişler. Gelin hanım da artık o evin bir parçası olmuş çıkmış. Önce öyle güzel geçiyormuş ki günleri. Gülüyor, eğleniyorlarmış hep beraber. Sabah, oğul ile gelin bahçeye çeki-düzen veriyorlarmış. Sonra delikanlı odun kesmeye dağa gidiyormuş. Annesi ile eşi kendisini beklediklerinden işini bitirir bitirmez evin yolunu tutuyormuş. Ne zaman güneş kızarmaya başlasa, her şeyini toplayıp düşüyormuş yollara. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Mevsimler bir bir değişmiş. O eski güzel günler yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Artık bağrışmalar dökülüyormuş evin pencerelerinden dışarıya. Zavallı ninecik bu tartışmalara engel olabilecek hiçbir şey yapamıyormuş. Çünkü tartışmanın sebebi kendisiymiş. Gelin, sabah-akşam söylenir olmuş: - Annene bakmak zorunda değiliz. Onu bu evden götür. Gitsin yanımızdan. Mutluluğumuza engel oluyor. İstemiyorum onu. Delikanlı sabırla; - Nereye gidecek? Onun benden başka kimsesi yok ki, diyormuş. Hem neden gitsin? O, bizim annemiz. O, bizim en sevdiğimiz olmalı bu dünyada. Bir köşede oturmaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Neden onu istemiyorsun? Önüne yemek koymasan, günlerce aç kalabilir. Senden bir lokma istemez. Hiç şikayet etmez. Nedir ondan alıp-veremediğin. Zaten yapabilecek gücü olsa ne senden bekler yardım, ne de benden. Ama bütün bu sözlere rağmen gelin hanım, ısrarla ninenin gitmesini istiyormuş. Delikanlı bir gece annesinin yanına varmış. Bir bir söylemiş her şeyi: - Anneciğim, beni affet. Karım senin bu evden gitmeni istiyor. Benim de artık ona gücüm yetmiyor. Ninecik kısık bir sesle; - Biliyorum evladım, demiş. Her şey den haberim var. Sen hiç üzülme. Beni buradan çoook uzaklara götür ve bırak. Ben başımın çaresine bakarım. Beni bir koruyan çıkar. Delikanlı çok sevdiği annesinden ayrılmayı hiç istemiyormuş, fakat karısının sözlerini duymaktan da bıkmış. Bu yüzden bir gün sabahın aydınlığı ortaya çıkmadan, horozlar yeni yeni uyanıyorken annesinin koluna girmiş ve birlikte ağır ağır yürümeye başlamışlar. Evden belki on, belki yirmi kilometre, belki de daha fazla uzaklaşmışlar. Bir vadiye gelmişler. Akşam olmak üzereymiş. Delikanlı annesine; - Anneciğim, seni getirebileceğim tek yer burası, demiş. Beni affet. Ninecik yüzünde minik bir tebessümle oğlunu uğurlamış: - Güle güle evladım. Dertler sizden uzak olsun. Hep mutlu olun inşallah. Hadi yolun açık, yüreğin ferah olsun. Delikanlı, annesini akşam vakti o vadide bırakmış evine dönmüş. Günler geçmiş üzerinden. Fakat içi bir türlü rahat etmiyormuş. Aklına kötü kötü şeyler geliyormuş, uykularından korkuyla uyanıyormuş: - Kim bilir orada ne büyük kurtlar, vahşi hayvanlar vardır. Annemi belki de paramparça etmişlerdir. Karısına da söyleniyormuş: - Yarın annemi bıraktığım yere gittiğimde, onu bulamayacağımdan eminim. İstediğin oldu işte. Bunun için mutlusundur. Ama ben annemi kendi ellerimle öldürdüm. Bunu nasıl yapabildim, nasıl senin sözlerinle annemi dağ başına attım! Karısı ise bu sözleri hiiiiç mi hiç umursamıyor, duymazlıktan geliyormuş. Onun bu hâlini gören delikanlı daha bir öfkeleniyor, daha bir kendisine kızıyormuş. Ertesi sabah, delikanlı koşa koşa vadiye gitmiş. Bir yandan da kendi kendine; - Hiç olmazsa annemin kemiklerini toplayıp toprağa gömeyim, diye düşünüyormuş. Fakat delikanlı vadiye vardığında gözlerine inanamamış. O da nesi. Bu vadi sanki o vadi değil. Cennetten bir köşe olup çıkmış. Kurtlar yerine her yanda güzel gözlü ceylanlar geziniyormuş. Annesinin çevresinde dolaşıyorlar, onun dizlerinde uyuyorlarmış. Delikanlı heyecanla annesinin yanına koşmuş: - Anne! Anne, şükürler olsun ki yaşıyorsun. Hâlâ buradasın! Güzel ninecik güler yüzle karşılamış oğlunu. Sevgiyle kucaklaşmışlar. Delikanlı merakla sormuş olanları. Ninecik de anlatmış: - Sen gittikten sonra bol bol dua ettim. Sonra bu güzel hayvanlar geldi buraya. Beni hiç yalnız bırakmadılar. Bana yiyecek getiriyorlar. Var git yoluna oğul, ben burada rahatım. Merak da etme. Delikanlı, annesi her ağzını açtığında daha çok hayrete düşüyormuş. Çünkü annesi konuşurken ağzından çil çil altın saçılıyormuş yerlere. Güzel yüzünde güller açmış sanki. Her taraf mis gibi kokuyormuş. Gözlerine inanamamış. Biraz daha oturmuş annesinin yanında. Sonra düşünceli düşünceli yola koyulmuş. İçi rahat, sevinçle dönmüş evine. Haberi karısına vermek için sabırsızlanıyormuş. Nihayet karısı bütün olanları öğrenince çıldırmış: - Ne! Olamaz! Çabuk benim de annemi o vadiye götür. Mutlaka o vadinin sihirli güçleri vardır. Benim de annemin ağzından çil çil altın dökülür. Ne çok zengin olacağım, düşünsene. Çabuk ol! Ne duruyorsun daha? Delikanlı annesinin ağzından dökülen altınlara şaşırmaktan vazgeçip karısının bu halini hayretle seyretmeye koyulmuş. Ama diyecek söz bulamamış. Neler olacağını merak ederek karısının annesini de almış o vadiye götürmüş. Vadiye bıraktıktan sonra evine dönmüş. Ertesi sabah sabırsızlıkla karısı onu vadiye göndermiş: - Şu keseleri de yanına al. Altınları doldur içine. Hiç oyalanmadan geri gel. Altınlarıma bir ân önce kavuşmak istiyorum. Kim bilir ne kadar çok olmuşlardır. Köşklerde yaşayacağım artık. Muhteşem bir şey bu. Hizmetçilerim olacak. Şu evin içinde yaşlanıp gitmekten kurtulacağım. Zengin olacağım, zengin! Karısı böyle hayâl kura dursun, delikanlı vadiye doğru yola çıkmış. Fakat vadiye vardığında gördükleri onu çok korkutmuş. Vadi, o vadi değil sanki. Ceylanlar gitmiş yerine dev kurtlar gelmiş. Üzgün bir şekilde eve dönmüş delikanlı. Karısına bütün gördüklerini anlatmış: - Annen ölmüş. Kurtlar onu paramparça etmiş. Bulduğum parçaları toprağa gömdüm. Annemi görmedim. Orada değildi. Ceylanlar onu alıp kim bilir nereye götürdü. Karısı hiçbir şey söyleyememiş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış
Nazife ÇİFÇİOĞLU
................................................................................................................................................................................................................................................
|