ADA
Bir zamanlar, bütün duyguların
üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve
tüm diğerleri, Aşk dahil.
Bir gün, adanın batmakta olduğu,
duygulara haber verilmiş.
Bunun üzerine hepsi,
adayı terketmek için
sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana
kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman,
Aşk, yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik,
çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk,
"Zenginlik, beni de yanına alır mısın?"
diye sormuş.
Zenginlik,
"Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın
ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki
Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!"
"Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın
ve yelkenlimi mahvedebilirsin."
diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış
ve Aşk, yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle geleyim..."
"Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki,
yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş
ama o kadar mutluymuş ki,
Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve
mutlu hissetmiş ki kendini
onu yanına alanın kim olduğunu
öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında,
Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu
farkeden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?"
"O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?"
diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar
büyük olduğunu anlayabilir..."
BABAMI İSTİYORUM
Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki
çocuğunu kapının önünde beklerken buldu.
Çocuk babasına, "Baba bir saatte ne kadar para
kazanıyorsun" diye sordu... Zaten yorgun gelen
adam, "Bu senin işin değil" diye cevap verdi.
Bunun üzerine çocuk "Babacım lütfen, bilmek
istiyorum" diye üsteledi. Adam "İllâ da bilmek
istiyorsan 20 milyon" diye cevap verdi. Bunun
üzerine çocuk "Peki bana 10 milyon borç
verir misin" diye sordu. Adam iyice sinirlenip,
"Benim senin saçma oyuncaklarına veya
benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi,
derhal odana git ve kapını kapat" dedi.
Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.
Adam sinirli sinirli "Bu çocuk nasıl böyle şeylere
cesaret eder." diye düşündü. Aradan bir saat
geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve
çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını
düşündü, "Belki de gerçekten lazımdı"...
Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı...
Yatağında olan çocuğa, "Uyuyor musun" diye
sordu. Çocuk "Hayır" diye cevap verdi...
"Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana
az önce sert davrandığım için üzgünüm.
Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi...
Çocuk sevinçle haykırdı, "Teşekkürler
babacığım"... Hemen yastığının altından
diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın
suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.
Bunu gören adam iyice sinirlenerek, "Paran
olduğu halde neden benden para istiyorsun?...
Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak
vaktim yok" diye kızdı... Çocuk "Param vardı
ama yeterince yoktu " dedi ve yüzünde
mahcup bir gülücükle paraları
babasına uzattı; "İşte 20 milyon...
Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?..."
BALON
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi
takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Onu hayrete düşüren şey,
"Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların
adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.
Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor
ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın
kendisine baktığını farkederek ona doğru yaklaştı
ve bütün cesaretini toplayarak:
-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı.
Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan
ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali
kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan
tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.
Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve
yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı.
Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,
baloncu ona doğru dönerek:
-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan
birini sana veririm. Yapılan teklif,
yavrucağın aklını başından almıştı.
Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını
aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı.
Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan,
bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını
hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara
ulaştığında bir müddet onları seyretti ve
dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.
Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından
diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı.
Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa,
dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu.
İster istemez balonu yerinde bırakıp
aşağıya indi ve adam dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.
Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı.
Kaldırım kenarına oturup baloncunun
uzaklaşmasını bekledikten sonra,
dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:
"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde
kalsa da, bir balonum var ya artık..
BEBEK
Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında
büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri,
kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla
bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar
gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu.
Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve
cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde :
"Dokunma bana ..." diye bir ses duydu.
"Beni okşamaya hakkın yok senin..."
Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı.
Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu.
Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü.
Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen
konuşan oydu. "Bana yaklaşmanı istemiyorum"
diye devam etti. "Hemen uzaklaş benden..."
Kadın, biraz olsun kendini toplayarak :
"Çocuklarımız hep erkek oluyor" dedi.
"Onlar da güzel ama kız çocukları başka.
Bu yüzden seni öpmek istedim."
"Beni öpemezsin" diye ağlamaya başladı bebek.
"Benim de seni öpemeyeceğim gibi..."
"Neden ?" diye sordu kadın."Neden öpemezsin ki ?"
Bebek, hıçkırıklara boğulurken :
"Bunun sebebini bilmen gerekir" dedi.
"Düşünürsen mutlaka bulacaksın..." Kadın, neler olup
bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi.
Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor
ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu.
Aile dostları olan tanınmış doktor,
odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini
vazodan çıkartıp kadına uzatırken :
"Geçmiş olsun hanımefendi" dedi.
"Başarılı bir kürtajdı doğrusu.
Ha..! Sahi, "kız"mış aldırdığınız bebek."
Cüneyt Suavi
BİR MASAL GİBİ
Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...
Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"
diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak
devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..
Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma
"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.
"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordan
bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..
Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
"Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,
"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
"Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."
Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.
Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..
"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet
bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum."
"Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.
Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."
Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."
Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"
dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael
Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması
gereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."
***
Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?
Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…
Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.
Çeviren: Nuray Bartoschek
BİR ÖYKÜ
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?
Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..
Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.
Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.
Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."
"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."
Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"
Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.
Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.
=========
Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara,
yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...
..........................................................................................................................................................................................................
|